4 Haziran 2010 Cuma

Rıza ütünün derdini halledip yengesinin gönlünü hoş ettikten sonra süklüm püklüm döndü dükkana. Döndü dönmesine ya aklı hala Ustada... Neyse ki yarım saat geçti geçmedi, çaldı telefon. Rıza oğlum, var mı gelen giden ? İyi, iyi, ben bugün gelmem artık, dükkan sana emanet. Ne meraklanıyorsun oğlum, allah allah... Size rapor vermeden adım atamayacak mıyım ben be! Bırak zevzekliği de lafımı dinle, ara şimdi evi. Yengene de ki akşama misafirimiz var, Levent’le geleceğim, hatırlamazsa sarı oğlan de, o anlar. Evde rakı yoksa alsın, biraz da meze yapsın yanına. Akşama geliriz yemeğe... Mehmet’i de arasın, o da gelsin akşama...

Sahiden de sarı oğlan deyince anladı Ayla Hanım akşamki sürpriz misafirin kim olduğunu. Anladı anlamasına ya, hayra mı yorsun şere mi bilemedi. Hayırdır inşallah... Yirmi yıl sonra nereden çıktı bu oğlan. Bizimki de tam kapalı kutu, dünden söyleseydi keşke.. Ayşe buradayken yaprak sardırırdım, eli pek yatkın, kalem gibi sarıyor valla... Ne yapmalı ki şimdi? Telaşlanma Ayla, bulursun birşeyler, çok şükür kimse aç kalkmaz benim soframdan. İyi de Mehmet’i niye çağırıyoruz şimdi ? İster misin bu adam göndermeye kalksın oğlumu? Yine işten ayrıldığını duyunca sinirden köpürdü, ne halin varsa gör dedi ama aklı da oğlanda. Burada bir baltaya sap olamadı, gitsin orada çalışsın der mi der... Yok ama ben göndermem oğlumu. Bir de orada buldu mu bir zilli, zor görürüz bir daha yüzünü. Bu Hatice’den de korkulur valla, üç vakte kadar böyle uçakla falan uzaktan bir misafir var size dediydi, bu adamın haneden birine pek bir faydası dokunacakmış. Al işte, üzerinden on gün geçmedi yirmi yıldır yüzünüzü görmediğimiz adam taa nerelerden geldi. Vallahi korkulur bu kızdan...

7 Mayıs 2010 Cuma

Oğlum bir çay da bana ver... Şimdi bir de sigara tellendirseydim tam olacaktı keyfim... Haber de vermedim, merak edecekler şimdi. Kırk yılda bir de onlar beni merak etsin. Rıza’ya gözükseydim iyi olurdu ya vapura binene dek ben bile emin değildim gidip gitmeyeceğimden. Nereden çıktı bu adam yıllar sonra... Geldik galiba, Levent’in telefonunu nereye yazdım ki? İnince arayayım neredeymiş bakalım? Özlemişim de keratayı, şimdi tutar kolundan götürürüm eve. Ayla söylenir biraz ama bakma sever Levent’i. Bütün bu arkadaşlarının içinde bir içimin ısındığı bu sarı oğlan der dururdu. O kadar zaman sonra kalkmış gelmiş adam, otel odalarında bırakacak değiliz ya... Hem bak hazır gelmişken küçük oğlanın durumunu da bir çıtlatırım. Ağız alışkanlığı, küçük deyip duruyoruz, otuzunu geçti. Son işinden de ayrılmış yine, akıllarınca benden saklayacaklar, geldi haberi tabi. Artık kimseden yardım istemeye yüzümde tutmuyor, her girdiği yerde bir başka maraz çıkarıyor herif. Neymiş efendim, patron haksız yere paylamış çaycıyı, bizimki de çaycının avukatı ya... Sana mı düştü ulan milleti savunmak... İnsana, emeğe saygısı olmayan adamın yanında çalışamazmış efendi... Gerçi hoşuma gitti hınzırın yaptığı, haklı, bugün çaycıya yarın memuruna. Sen olsan bir de döverdin adamı üstüne Semih Bey. Bana çekmiş Mehmet, hiç dayanamaz haksızlığa. Bak abisine, umurunda olmaz. Bir de o çıkışırdı adamcağıza Mehmet’in yerinde olsa. Babama benziyor Cem. Onun gibi, işini bilir, bak koskoca genel müdür oldu. Hoş kendisinden başkasına faydası yok ya... Evlendiğinden beri iyice kayıplara karıştı. E sosyetik oldu ya beyimiz, uğramaz bizim fakirhaneye. Arada annesini alır, onun gönlünü hoş eder. Benim karşıma çıkacak yüzü yok tabi. Şeytan görsün yüzünü, kardeşine bir iş ayarlasaydı ölürdü sanki. Öyle benim gibi eğitimsiz de değil ki kardeşi, doktoralı mühendis... Burada bir halt olacağı yok. Gitsin, kurtarsın kendini... Neyse kendine gel Semih, Levent’i aramadan önce dükkanı da bir arayayım da Ayla’ya haber versin Rıza.

4 Mayıs 2010 Salı












Kahramanımız Semih Bey sırra kadem başmış durumdadır. Vefalı ve şu anda ziyadesiyle endişeli kahyası ise Üsküdar kazan Rıza kepçe ustasını aramaktadır. Öncesini, sonrasını ve bu satırlardaki sair her türlü gizemi bilmesi gerektiği sanılan bu biçare muharrir ise fark etmektedir ki Semih Bey’in nerelerde olduğuna dair hiçbir fikri yoktur. Rıza’nın kimseleri endişelendirmeksizin, çaktırmadan soruşturma çabaları sonucunda Semih Bey’in sabahın köründe sahile doğru indiği öğrenilmiştir. Öğle saati itibariyle hala ses, seda çıkmamıştır. Bu noktada belirtmek gerekir ki bu hikaye bir arayış hikayesi değildir. Rıza ile Turgut Özben arasında herhangi bir ilişki olmadığı gibi Semih Perukar ile Selim Işık arasında zinhar hiçbir benzerlik yoktur. Kahramanımız Semih Perukar’ın eninde sonunda döneceği muhakkaktır. Durumu öğrenen kırk yıllık eşi Ayla Hanım’da aynı fikirdedir üstelik...

Ay gelir Rıza, boşuna telaşa verme ortalığı. Sabah zaten bir tuhaflığı üzerindeydi, buzdolabı bozuldu, değiştirmek lazım dedim. Hiç sesi çıkmadı, başını şöyle bir eğdi, tamam tamam diyerekten, o an anladım, iyi değil diye... İyidir hoştur da hiç hoşlanmaz böyle büyük masraftan. Ama ne yapacaksın kul yapısı işte, dayanır mı? Kırk yıl dile kolay... Üç çocuk büyüttük bunlarla... Geçen sene çamaşır makinasının tamir edilemeyeceği anlaşılınca kırk torba laf dinledim. Yok kullanmasını bilmiyormuşuz da yok allahın her günü çamaşır mı yıkanırmış da... Bu sefer gıkı çıkmadı, yok dedim bir hal var. E işte bak, gelmedi dükkana diyorsun... Gelir, nereye gidecek koca adam? Bir kere daha yaptıydı böyle, yıllar önce... Sen bilmezsin Rıza, ustanın ağzı vardır dili yoktur da, o dilsiz hali ile bana ettiğinin haddi hesabı yoktur. Ne diyeyim şimdi ben sana oğlum, nasıl diyeyim... Bu ustan zamanında ortadan bir ay kayboldu, beni iki küçük çocukla ortalarda bıraktı diye mi anlatayım? Yok arkadaşların desteğe ihtiyacı varmış, küçük esnaf işçi ile elbirliği etmeliymiş. Eve giren çıkan belli olmaz, gencecik çocuklar, yemek yetiştireceğim diye canım çıkardı. Mürekkep lekesi çıkmaz gömleklerden... En sonunda karşı kaldırıma bir simitçi dadandı, neyse ondan sonra kesildi ayakları. Gerçi artık altmış yaşında da gizli işlere kalkışacak hali yok ya belli olmaz bulmuştur yine birşey. Ekmek almaya diye çıkıp akşamın köründe dönmüştü. Tam da bayram günü, konu komşu gelir, soranlara ne diyeceksin ki? Ne bileyim ne yaptı Rıza, demedi birşey, ben de sormadım. O yüzden telaş etme çocuğum. Hadi buraya kadar gelmişken bir işe yara da ustanın iki aydır bir türlü halledemediği şu ütüye bir bakıver ha kuzum... Sonra da dükkana gidersin, akşama gelmezse o zaman karakola gideriz, ben büyük oğlana haber veririm, başlarız aramaya. Ama bak görürsün akşama kalmaz gelir...

2 Mayıs 2010 Pazar




Sabah 07:30
Gelip açtım dükkanı... Çayı koydum, dün akşam yıkadığım havluları aldım askıdan, çiçekleri de suladık. Birazdan usta gelir, herşey yerli yerinde... Bir koşu gidip gazetesini de aldım mı tamamdır.

08:30
Hayırdır, geç kaldı. On yıldır yanındayım, bir ateşi kırka çıktığında gecikmişti. Bu iki... Ben bir arayayım Yengeyi... Ama dur, yolda birine rastlamıştır, laflıyordur, gelir şimdi. Evdekileri de panik etmeyelim durduk yere.

10:00
Yok artık arayacağım. Usta hayatta bu kadar geç kalmaz, gerçi evde olsa haber verirlerdi. Bak iyice meraklandım şimdi. Arayacağıma gitsem mi acaba eve? Köşeyi dönünce iki adım... Eh ya arada Usta gelirse ? Bir de dükkanı bıraktık diye yeriz firçayı. Dur ben arayayım en iyisi... Yenge, benim Rıza. Yok Yenge, Ustamın bir diyeceği yok. Evden çıkmış belli, Yenge telefonu ne diyor Ustan diye açtı. Hay Allah nerede bu adam ? Birşey uydurmalı. Yok Yenge, beni çarşıya gönderiyordu da evi de ara sor bakalım birşey lazım mı dedi, onun için aradım. Peki Yenge, anladım Yenge. Usta var mı bir diyeceğin. Selam söylüyor Yenge...


Hadi bakalım oğlum Rıza... Usta evden zamanında çıkmış belli. İyi de kaç saat oldu, nerede bu adam? Ümit kesin görmüştür çıktığını, bir ona sorayım bari... Allah allah, nereye gider ki? Yok birşey var kesin. Geçen günlerde o telefonlar geldiğinden beri aklı yerinde değil zaten ya hadi bakalım hayırlısı...

30 Nisan 2010 Cuma

Sene 1884...



Sene 1884... Osmanlı çalkalanmakta, bu kargaşanın hem ortasında hem uzağında, imparatorluğun gözbebeği payitahtta doğar Perukar Ramiz Efendi. Semih Bey övünür dedesi Perukar Ramiz Efendi ile. Övünür övünmesine de dedenin çocukluğuna dair bir kaç silik fotoğraftan başka hiçbir malumat yoktur. Bir iki ufak bilgi kırıntısı : tevellüt 1302, yani 1884... Anneciği doğum sonrasında kalkamamış ayağa, babası da sonrasında kederden kendine gelememiş bir türlü. “Babamı teyzesi ile eniştesi büyütmüş” dermiş Semih Bey’in babası Nihat Bey, “o yüzden de ne beni, ne kız kardeşimi hiç ayırmazdı yanından”. Sekiz yaşında mahallenin berberi Kazım Efendinin yanına çırak vermişler... Ustasını babası bilmiş, eh o da ayırmamış Ramiz’i kendi evlatlarından. Kızı Naciye ile evlenince de perçinlenmiş ailedeki yeri.
Gel oğlum Ramiz, otur bakayım şöyle... Hayriye, Ramiz ile bana birer kahve yapın da sabah keyfi yapalım biraz. Bak oğlum, seni öz evladım gibi severim, bilirsin. Eh Allah razı olsun, sen de hiç kara çıkarmadın yüzümü. İşi de kaptın artık iyice, mahalleli sever seni. Benim yaşım ortada, emeklilik vaktim geldi de geçiyor bile... Dur kesme sözümü, lafımı bitireyim bir. Hah kahveler de geldi, bırak şöyle kızım, tamam tamam bakarız, iki satır konuşuyoruz şurada. Çıkarken kapıyı da kapat hadi. Oğlum ekmeğini eline aldın, artık kendi yuvanı kurmanın zamanıdır. Düşündüm taşındım, Naciye ile seni evlendirmeye karar verdim. Hadi hadi kızarıp bozarma karşımda, her dükkana geldiğinde ne yana kaçacağını şaşırıyorsun, e kızın da gönlü var belli. Senden iyi damat mı bulacağım, Allah gönlüme göre verdi, gözüm arkada kalmayacak. Öp bakayım elimi. En kısa zamanda kıyarız nikahınızı. Kaç zamandır aklımda ya, kısmet bugüneymiş...

Hazırlıklar göz açıp kapayıncaya kadar tamamlandı. Dükkanın üzerindeki iki oda, bakla sofa ilk yuvaları oldu Ramiz Efendi ile Naciye Hanım’ın. Kazım Bey şanına yakışır bir düğün yaptı gençlere... Zamanla yavaş yavaş dükkandan da çekti elini, Ramiz Efendi geçti işin başına. Sene 1920, zamanın takvimiyle 1338, oğulları Nihat doğdu. Dört sene sonra da kızları Hüsniye... Hüsniye’nin doğumundan iki sene sonra Kazım Bey kapadı gözlerini, Perukar Ramiz Efendi geçti ailenin başında. Nihat hevesliydi okumaya ya, olmadı işte... Savaş yılları, yokluk bir yandan, parasızlık bir yandan. Nihat baba mesleğini devraldı. Eh ne de olsa hazır dükkan... 1947’de Kerime kızımız ile evlendiler. İki yıl sonra da oğulları oldu : Semih Perukar.

29 Nisan 2010 Perşembe

Perukar Ramiz Efendi mahdumları Semih Perukar'ı takdimimdir




Perükar Ramiz Efendi mahdumları Semih Perükar'ı takdimimdir... Üsküdar eşrafından üç kuşaktır berberdir kendileri. Dükkanı Salacak üstü İhsaniye'dedir, Kız Kulesine nazır...

Semih Bey, kırk yıldır Pazar hariç her sabah 08:00’de açar dükkanı. Bir pazarları 10:00’a kadar beklemek gerekir. Akşamları da 18:00 deyince iner kepenkler. Ramazan’da ise iftardan 15 dakika önce... Bayram günleri kapalıdır.

Yüzyıldır bu düzen hiç değişmedi diye gurur duyar. Akşamları bir tek atıp da hüzünlenince düşünmeye başlar. Yüzyıldır böyle geldi ama daha kimbilir daha ne kadar gider. Büyük oğlana kalsa şimdiye kadar kırk kere kapatmıştı dükkanı. Ne ata dinler ne adet... Söylenir kendi kendine, e oğlum Semih yaş geldi dayandı 60’a. Kahya çalışır sen övünür oldun.